ANA SAYFA | | | ATATÜRK'ün YAZDIKLARI | | | ATATÜRK'ün Konuşmaları | | | SERBEST MAKALELER | | | Atatürk Fotoğrafları | | | Hadislerde Türkler | | | Bana Ulaşın |
DİN
VE LAİKLİK
Neden
din her alanda referans olarak alınıyor?
Sanırım
bu sorunun cevabını “laiklik” kavramının ortaya çıktığı yerde ve o dönemin
toplumsal koşullarında aramak zorundayız.
Dini hemen
her alanda referans olarak kullanma çabasının altında aslında toplumsal yaşamın her
alanında gördüğümüz iktidar mücadelesi yatar. İktidar mücadelesi toplumun en
küçük birimi olan aileden başlayarak, pek çok toplumsal birimde görülebilir. Bu mücadelenin en uç noktasını ise siyasal
iktidarı ele geçirme isteği oluşturur.
Siyasal
iktidar kavgası yani otoriteyi ele geçirme mücadelesi neredeyse insanlık tarihi kadar
eskidir: Tarihsel süreç içinde insanlar bazı zorunlu ihtiyaçlarını karşılama
(güvenlik ve barınma gibi) amacıyla bir araya gelmeleriyle birlikte toplumlar
kendilerini yönetecek birilerini aradılar. Başlangıçta yöneticilik vasfına ve
ehliyetine sahip bu kişiler birebir Tanrı ile özdeş tutulurken zamanla yarı tanrısal
bir kimlik taşımaya başlamışlardır. Eski Mısır’da firavunlar Güneş Tanrısı
Ra’nın oğlu olarak bilinirdi (Japon İmparatorlarının bugün bile hâlâ
“Güneşin Oğlu” olarak anılmasının temelinde de bu yatar). Orta Asya Türk
devletlerinde de Hakanların “Gök Tanrı”dan “Kut” aldığına inanılırdı. Bu
geleneğin Selçuklularda da devam ettiğini görüyoruz. Daha
sonraları da krallar ve imparatorlar iktidarlarını meşrulaştırmak için her zaman
dini referansa ihtiyaç duymuşlardır. Avrupa’da krallar Kilise tarafından
kutsanırken, Müslüman devletlerde bu iş –bazı farklılıklar taşısa da- Şeyhülislam gibi dini unvana sahip
kişiler tarafından yapılmıştır. Yavuz’la birlikte Osmanlı Padişahlarının
“Halife” unvanını kullanmaları da aslında siyasal iktidarlarını
güçlendirmekten başka bir amaç taşımaz.
Hıristiyanlığın
Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiği IV. yüzyıldan, aydınlanma
çağının başladığı 18. yüzyıla kadar geçen bin 500 yıllık süre içinde Avrupa tarihi çoğunlukla
din savaşları tarihi olarak karşımıza çıkar. Bu savaşların kökeninde de din adı
altında bir iktidar mücadelesi vardır. Bu mücadele “Tanrının Yeryüzü
Krallığını” kimin yöneteceğini belirlemeye yöneliktir. Oysa J.J. Rousseau’nun
Toplum Sözleşmesi’nde belirttiği gibi Hıristiyanlık öğretisi insanlara dünya
hayatı ile ilgili hiçbir vaatte ve hiçbir telkinde bulunmamaktadır. Tanrı Krallığı
da bu dünyada değil öbür taraftadır. Dolayısıyla İncil toplum düzenine dair bir
şey empoze etmeye çalışmaz. Hatta tamamen dünyevi zevk ve ihtiraslardan uzak durmayı
önerir. Bu bakımdan Reform ve sonrasında Aydınlanma dönemiyle birlikte Kilisenin
sorgulanması sonucunda Kilisenin otoriteyi elinde tutma çabasının aslında İncil’e
dayanmadığı, Kilisenin gücünü elinde tutanlar tarafından tamamıyla siyasi bir
amaçla hareket edildiği anlaşılmıştır.
Hıristiyanlığın
toplumsal yapı içinde bireysel bir kurum olduğunun anlaşılmasıyla laiklik, “Din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde tanımlanmıştır. Ve bu tanım
tam anlamıyla Hıristiyan kültürüne uygun düşmektedir. Bu nedenle inançlı bir
Müslüman için din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının hiçbir anlamı
yoktur. Kanımca evrensel anlamda en uygun ifade, “İktidarın (egemenliğin)
kaynağının gökyüzünden (Tanrıdan), yeryüzüne (halka) indirilmesi” şeklinde
olmalıdır. Ki bu tanım yüzyıllardır süregelen iktidar mücadelesini de çok iyi bir
şekilde özetlemektedir.
* *
*
İslam
dini açısından laiklik.
Hıristiyanlığın
dünyevi zevkleri ve ihtirasları reddetmesine karşılık, İslam Peygamberi, “Hiç
ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için
çalışın” diyor. Yine Kuran’ın pek çok ayetinde de gerek kamusal gerekse özel
alana dair kesin
hükümlerin yer aldığı görülür. Oysa yukarıda da değinildiği gibi İncil’de
kamusal yaşama dair bir düzenleme yoktur. Laikliğin Müslüman toplumlarda
uygulanmasında karşılaşılan güçlükler işte bu noktada ortaya çıkıyor.
Bir örnek
vermek gerekirse; (Bugünlerdeki önemli sorunlardan biri olan ve halen tartışılan
türban konusunu geçiyorum.) Üzerinde hemen herkes tarafından mutabakata varılan ve
daha az tartışılan namaz ibadetini ele alalım:
Laiklik
ilkesi gereği devlet kuralları din kurallarına dayandırılamayacağı için, kişinin
inancı nedeniyle namaz saatlerinde tatil yapılması mümkün değil. Peki din bu konuda
ne emrediyor? Kur’an Müslümanlara namaz kılmalarını emrediyor ve bunun yanında
tüm insanları Allah yolundan gitmeye çağırıyor. Peygamber’in de davranışlarıyla
örnek alınması gereken bir kişi olması nedeniyle O’nun sünnetine göre
davranılmasını istiyor. Yine önemli bir nokta, Kur’an’a uymak ve Peygamberin
sünnetinden gitmek demek yalnızca özel alanda yapılan davranışlarla sınırlı
değil. Buna göre davranan kişi kamusal alanda da Kur’an’a ve sünnete uymak
durumundadır. Bu nedenle bir Müslüman’a, “Sen evinde inandığın gibi
yaşayabilirsin, ancak sokağa çıktığın andan itibaren bazı inançlarını evde
bırakmak zorundasın” demek mümkün değildir. Peki yaşamını İslamî kurallara
göre belirlediğini iddia eden birine, “Senin gibi yaşamayanları namaza, oruca ve
örtünmeye teşvik etme” diyebilir misiniz? Elbetteki hayır. Bu saydıklarım zaten
İslam’ın temel kurallarıdır ki, kişiden böyle bir istekte bulunduğunuzda ondan
İslam’a karşı çıkmasını ve dinin emirlerini reddetmesini istemiş olursunuz.
Çünkü dinin emirleri içinde İslam düşüncesini, İslam felsefesini ve İslam
İnancını yaymak da vardır.
Bugün
dünyada yaklaşık 1,5 milyar Müslüman yaşıyor. Müslümanların çoğunlukta olduğu
Türkiye hariç hiçbir devlet kendini açık bir şekilde Laik olarak tanımlamıyor.
Bunun gerekçesi ise bağnazlık, tutuculuk, taassup falan değil. Bu tamamıyla
Kur’an’dan kaynaklanıyor. Çünkü Kur’an’ın kendisi dinin ve devletin
ayrılmasına müsaade etmiyor.
* * *
Kur’an’a
ve Sünnete göre davrandığını ve böyle yaşamak istediğini söyleyenlerin hepsinin
davranış biçimi aynı olsaydı aslında fazla bir sorunda yaşanmazdı. Fakat
görüyoruz ki dine göre yaşadığını söyleyenlerin yaşam tarzları dünyanın pek
çok yerinde farklılık gösteriyor. Afganistan’daki Taliban da, İran’daki Şiiler
de, Sudi Arabistan’daki Vahhabiler de Kur’an’a uyduklarını ve onun emirlerini
yerine getirdiklerini söylüyorlar. Ve bunların hepsi de birbirlerini, Kur’an’ı
çarpıtmakla suçluyorlar. Kaldı ki bunlar belirli mezheplere göre yapılan
sınıflandırmaları oluşturuyor. Her mezhebin içinde yer alan alt gruplarda da büyük
farklılıklar olduğunu görüyoruz.
O halde
herkes, “Ben inancıma göre yaşamak istiyorum” dediğinde, İslam’ın en temel
kuralları üzerinde dahi (yukarıda verdiğim namaz örneğinde bile hâlâ beş vakit
mi, üç vakit mi tartışmaları var) uzmanlar tarafından tam olarak fikir birliğine
varılamamışken bu isteklerin yerine getirilmesi ne gibi sonuçlar doğurur? Bir kere
bunun için dini inanç özgürlüğü isteyenlerin, başkalarının inanç
özgürlüğüne saygı duyması ve onları olduğu gibi kabul etmesi gerekiyor. Oysa
görüyoruz ki, bunu isteyenler kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayanların da
kendileri gibi olmasını istiyorlar. Onlara “öteki” gözüyle bakıyorlar.
Hatırlayın; bir tarihte Japonya’yı ziyaret eden Meclis Başkanı Bülent Arınç
Japonlar için, “Umarım onlar da bir gün Hak yoluna intisap ederler” diye bir
temenni de bulunmuştu. Bu durumda bırakın Hıristiyanların Misyonerlik
çalışmalarını, İran’ın veya Suudilerin Türkiye’deki çalışmalarına dahi
tepki göstermek gibi bir lüksünüz olmamalı. Çünkü onlar da kendi inançları
doğrultusunda hareket ediyorlar. Bir gün Türkiye’yi ziyaret eden yabancı bir ülke
temsilcisi Türkler için de aynı şekilde bir görüş belirtse, inanç özgürlüğü
isteyenlerin tepkisi nasıl olurdu merak ediyorum doğrusu.
* *
*
Bir ülkede
toplumsal yaşamı belirleyen bazı kurallar vardır. Hukuksal açıdan bunların en
üstünü Anayasadır. Örneğin bir hakim önüne gelen bir davayı değerlendirirken ilk
olarak olaya ilişkin özel bir kanun varsa buna göre hareket eder. Eğer böyle bir
kanun bulunmuyorsa sırasıyla Anayasa’dan başlayarak diğer yazılı hukuk
kurallarını tatbik eder. Bunlarda da bir hüküm yoksa o zaman örf ve adet kurallarına
bakar ve buna göre kendisi bir kural koyarak hüküm verir. Görüyorsunuz ki Hakim’in
uymak zorunda olduğu kurallar arasında din kurallarının adı geçmiyor. Hukuk
normları içindeki hiyerarşik sıralama arasında din kurallarına yer verirseniz,
üzerinde uzlaşmaya varılmış tek bir kural olmadığı için hiçbir din, inanç veya
mezhep mensubu kendi inanç sistemine ait kuralların bir diğerinin altında kalmasını
istemeyecek, kendi kurallarının diğerleri üzerinde belirleyici olmasını
arzulayacaktır.
İslam dini
sağlıklı bir şekilde ele alındığında, Müslümanların elinde tek bir Kur’an
olmasına karşılık, yukarıda değindiğim mezhep ayrılıklarının da, aynı mezhep
içinde var olan farklılıkların da aslında o gruba ait toplulukların örf ve adet
farklılıklarından kaynaklandığını görürüz. Önceleri doğal olarak ortaya
çıkan bu farklılıklar, siyasal gücü elinde tutan iktidar sınıfı tarafından kesin
dini hükümler gibi benimsetilmeye çalışılmış, farklı düşünmenin ve
davranmanın dine aykırı olduğu söylenmiştir. Bunun altında yatan gerçek
başlangıçta değindiğim gibi, iktidarı elde tutma ve bunu sürdürme çabasından
başka bir şey değildir.
Bu gün
yaşadığımız dünyada insanların tamamını mutlu edecek bir siyasal sistem
geliştirilebilmiş değil. Ancak örnekler gösteriyor ki, hemen herkesin asgari düzeyde
de olsa, isteklerine cevap verebilen tek yönetim biçimi çoğulcu demokrasidir.
Çoğulcu demokrasinin temelinde ise “laiklik” vardır. Kendisini demokratik bir
yönetim olarak adlandıran ülkelerde gerçek demokrasiden söz edebilmek için laiklik
ilkesinin yurttaşların tümü tarafından benimsenmesi gerekir. Bu nedenle devletin
Anayasasında “Laik” yazması ve kendisini “Laik” olarak tanımlaması yeterli
olmaz. Bu sadece kağıt üzerinde bir anlam ifade eder. Laikliği yurttaşlarıyla
birlikte benimsemiş bir ülkede her vatandaşın bir diğerinin inancına saygısı varsa
ve onu kendisi gibi inanmaya zorlamak gibi bir çabası yoksa laiklikten söz edebiliriz.
Böyle bir toplumda kimsenin, “namaz kılıyor, camiye gidiyor, örtünüyor” diye
suçlanamayacağı gibi, diğerlerinin de “açık geziyor, oruç tutmuyor veya namaz
kılmıyor” diye suçlanması ve eleştirilmesi söz konusu olmaz.
Aralık
2003